13 Temmuz 2014 Pazar

usanmak

Şu padişahların egosundan ve kaprisinden usandım bre çocuk demişti Çelebi Baba. 
Bilmem mi, 
benim de başımda bir Şef Zumbar vardı 
demiştim.

Kutuplaşmak

Geçenlerde;


TÜSİAD Haluk Dinçer, düzenlediği değerlendirme toplantısında, “Türkiye, gündeminde kara delik gibi duran ağır toplumsal kutuplaşmaya maalesef yenik düşmüştür.” demiş.
  • Arada hacıyatmaz laflar da etmiş, ülkemizdeki o teorik demokrasiyi kullanamıyoruz diye fantastik bir cümle de kurmuş. 
  • Amma velâkin 
  • şu kutuplaşmanın ve teorideki o demokrasinin pratiğe dökülmesine engelin en temel sebebini söylememiş bre.  
  • Oradan öylece dolanmış geçmiş. 
  • Akp’nin ve Başbakanının bu kutuplaşmanın yegâne sorumlusu olduğunu es geçivermiş işte. 
  • Kısmet! 
Irak’tan bahsetmiş, bankalardan dem vurmuş, çözüm sürecinde sadece muhalefete lafı çakmış, cumhurbaşkanlığı ile ilgili konuşmuş, vergi affına dair görüş belirtmiş, kayıt dışı demiş, ama işçilere, onların sorunlarına, beklentilerine ve haklarına ilişkin bir tamlama bile kurmamış. Nasip, diyelim!
İşçi ölümlerinde dünya üçüncüsüyüz sayın patron, bunu biliyorsunuzdur ve bu hazin alanda Avrupa şampiyonu olduğumuzu.
  • Sizden işçilere dair bir şey elbette duymayacaktık ama bizim bu kutuplaşma hikâyeleriyle bir demagojiye inanmamızı beklemeyiniz. 
  • Siz patronlarla elbette kutuplaşacağız. Mücadelenin esası bu. 
  • Toplumsal kutuplaşmanın önüne geçmek için de topu hükümete ve özellikle Başbakana atınız.
Sonra da eklemiş Sayın Dinçer, hükümete küsmek gibi bir lüksümüz olamaz, diye.

Eh bu da Kaderdir bre patron!

aman

Yahu amma da açmışız arayı.

16 Aralık 2013 Pazartesi

kötüyü oynayan iyi adamlardı

İyiyi Oynamak veya Stratejik Ortaklık

Ustura Kemal, nesli tükenmiş hakiki mahalle kabadayılarındandı.
Her mahalle gibi bizim mahallenin de kendine özgü davranışları, simaları vardı, vardır. Onlardan bir başkası da Kassap Zihni’ydi. O da rahmetli olup gidenlerden. “Kassap”lığı kasaplıktan değil; satırla arsız, namussuz kovalamasından geliyordu.
Bir de Garip vardı. 
Çok yıllar önce bir gün, yazlık sinemanın altındaki kebapçıda nefis dürüm kebabımı bekliyordum. 
O sırada yan mahalleden öğle sıcağında içtiğinden veya çektiğinden kafası dumanlanmış biri meydan okuyarak Asker Bilal’in kahvesine doğru gelmesin mi? 
Nedir ne değildir diye millet şöyle bir yönelir caddeye. 
Kahvedekiler de basra, pinaki, remi, hoşkin kâğıtlarını bırakıp dışarı seğirtirler. 
Bizimki meydan okumasına elinde çakı türü bir cisimle ve üstü çıplak devam edip kahvenin önüne geldiğinde Garip kebapçıya girer. Usta der, şu soğan bıçağını versene bir. 
Kebapçı, niye Garip Abi, diye öylesine sorar tabi. Yahu tespihin saçağını keseceğim, kötü duruyor.
Kavisli ve dolgun soğan bıçağını kaptığı gibi koşar, koşmaz uçar kabadayılık yapan adamın (Tilki Selim derlerdi, ama bir itti.) üzerine. 
Garip’i henüz fark etmemiş Tilki Selim bir iki daha nara atar ki milletin gayri ihtiyari baktığı yere o da gayri ihtiyari bakar ve huyunu çok iyi bildiği Garip’in elinde bir cisimle geldiğini görür. 
Tabi erkekliğin ciddi bir yüzdesinin kaçmak olduğunu gayet iyi bilen Tilki Selim topuklayıverir. Arkasında Garip, Garip’in arkasında bütün kahve, onların arkasında biz çocuklar…
Tanık Olmak
Az sonra bir cinayete tanık olacaktık ki daha önce olmuştuk, basit bir husumetten dolayı iki eski arkadaştan biri diğerini biz sokakta kulle oynarken gözümüzün önünde beş kurşunla öldürmüştü.
Tilki Selim, Mısırlı Kemal’in evinin önündeki kavak ağacına tırmanıp paçayı hafif sıyrıklarla kurtardı. Tabi mahalleli araya girmeseydi o akşam Tilki’nin ruhuna bir el Fatiha okunabilirdi pek ala. Tilki Selim’i uzun yıllar görmedim sonra.
Hicabi vardı bir de. Yok, bu kabadayılardan değildi. Kebapçıydı, ama asabi takımındandı (Bu rağmen mahallelinin taktığı kebap borçlarını tahsil edememekten iflas etmişti.). Bir gün Eczacı Ayhan’a, derin bir fısıltıyla, Yiğen bir hap ver de bu akşam yengenle… 
Tabi işin makarasında olan Ayhan, Hicabi Usta’ya kas gevşetici verir. Hicabi de ertesi gün, ulan ne verdin, beni o bir’den de ettin diye bıçakla usulen kovalamıştı Ayhan’ı. Sonra Fahri Balıkçı vardı... Kendi kafalarına sıkan Pusu vardı, Sarı vardı…
Bir mahalle meselesinde, bazen kişisel, kimi zaman keyfe keder bir mevzunun hallinde veya yerel adaletin tecellisinde kötüyü oynayan iyi adamlardı hepsi. İşleri çok zordu. Ben o satırlı kabadayı Kassap Zihni’nin Adanaspor kapanıp liglere katılamayınca, sinirinden değil efkârından ağladığını bilirim. Abi demiştim, sen Kassap değil Pamuk Zihni’sin, zaten armamızda da var… Gülerdi. 

  • Kötüyü oynamak gibi çok zorlu bir işe kalkışmış iyi adamlardandı. 
  • Bu ne ağır bir yüktü… 
  • Bir hayat girdabında, hele tercih ettikleri gibi bir ömrü sürmek durumunda kaldıkları yıllar boyunca, 
  • aleni, doğuştan, doğal, hakiki kötülere karşı o kötü adamı oynamak, 
  • hatta bazen rol çalarak oynamak hayatî bir mecburiyetti…
Biri, artık çocuklara yük oluyoruz, devir değişti, mazimiz benim sabilerin önünde engel deyip ödünç bir tabancayla kendini vurmuştu. Diğeri yiğit davranamadığını düşündüğü bir meseleden dolayı av tüfeğini boğazına dayayıp asılmıştı tetiğe.
Öyledir, vardır her mahallenin bu tür hikâyeleri.
Barikat Kapı
Mahalle, Kurtuluş savaşı yıllarında direnişin Adana’daki mevzilerinden biri olur. İşgale karşı savaşır. Sonra 1970’li yılların sonunda, bir yazdönümünde yine, Maraş katliamının benzeri mahallede olacak diye bir haber dolanınca kentte, mahalle girişine barikatlar kurulduğunda da bir direniş kapısıdır.

  • Derken 33 yıl sonra, 
  • çocukluğumdan kalan o barikatı aynı yerde yine görünce yeni bir direnişte, bilirim gönenir mahallenin hatıraları, “iyi adamları”… 
  • Yıllardır görmediğim Garip’i görürüm kalabalıkta, yaşlanmıştır. 
  • Yazlık sinemada 1970’lerde film öncesi konuşmalarını yapan mahallenin Albert Parsons’u olan Aliço’yu görürüm; yaşasaydı Kasap Hasan da olurdu gaz maskesiyle sokaklarda;
  • Ustura, Zihni, Hicabi, Sarı, Pusu, Fahri… 
  • Ama Tilki olmazdı orada, dedim ya onun cinsini… 
  • O, iyiyi oynamaya çalışan kötü adamlardandı, fenaydı. Ya, bir de böylesi var.
Kötüyü Oynayan İyi Adamlar
Kötüyü oynayan iyi adamların mahallesinden, belli bir zaman diliminde, iyiyi oynayan kötü adamların ülkesine geçmek gibi bir sarsıntı var, yaralayıcı bir sarsıntıdır bu. Vatandaşın iyi, güzel, vicdani, insani, ahlaki olan her bir şeye olan itimadını hırpalayan cinsten…

  • İyiyi oynayan bu kötü adamların ülkesinde standartlar hep çiftedir. 
  • Aynı olgunun farklı zaman ve mekânlardaki olaylarına gösterilen refleksler de iyiyi oynayan kötünün izlerini taşır. 
  • Bir siyasi ikbal, ihale, köşe veya şahsi hırsın neticesinde ya da bilmem neyinde ölüler üzerinden sayıya ve kandırmacaya bağlı siyaset yapmaktan zerre kadar hicap etmezler. 
  • Bu cins için örneğin ölümlere üzülmek sadece dini bir ideoloji yakınlığında kendini gösterir. 
  • Gözleri timsah gözyaşlarından başka bir şey dökmez.
Yahu, bir başka ülke vatandaşlarının yaşadığı darbeden ve uğradığı katliamlardan kendine bir mağduriyet çıkararak ve bu hazin durumu siyasi bir iç malzemeye dönüştürüp bundan kendine yeni bir mevzi edinir olup kaybolmuş itibarını böylece yeniden sağlama çabasıyla dönenen bir başka kitle gördünüz mü? Dünya değil, insanlık tarihinde?
Her konuşmanızda, her yazınızda suçüstü yakalanıyorsunuz.
Masum değilsiniz, zira iyiyi oynayan kötü, çok kötü adamlarsınız.
Stratejik Ortaklık
Ustura Kemal’in kahvehane işlettiği zamanlardan kalma şöyle bir sahne rivayet edilir:
Tüccar Mahmut, Ustura ile mahalle merasının kullanımı konusunu tartışıyordur. Usturayı bir stratejik ortaklığa ikna etmeye çalışır:
Mahmut: Bak muhterem kardeşim, kanalın hemen ötesindeki toprakları kapatmayı düşünüyorum ki oradan meraya atlamam kolay olur.
Ustura: Atlamak derken?
Mahmut: Merayı topraklarıma dâhil edeceğim yani. Bereketli, hem de bakir bir alandır. Tabi seni de unutmayacağım canım. Bu ulvi davada bana manevi desteğin lazım.
Ustura: Ulvi ha! Öyle bir dava varsa o zaman merayı ben ele geçiririm…
Mahmut: Bu daha iyi olur canım, ben de senden makul bir fiyata alırım. Tapu derdini de düşünme, ben meseleyi meşru hale getiririm.
Ustura: İnanıyorum ki yaparsın. Peki, mahallelinin ineği, kuzusu nerede otlayacak?
Mahmut: Canım bir süre öyle kullanılır mera. Ama dünya hep aynı kalacak değil ya. İlerisini düşünmek lazım… O topraklara çok ihtiyaç olacak.
Ustura: Hangi açıdan?
Mahmut: Geleceğimiz açısından.
Ustura: Anladım.
Mahmut: Bak buna sevindim.
Ustura: Çayını içtin mi Mahmut Ağa?
Mahmut: İçtim muhterem kardeşim.
Ustura: İyi, şimdi siktir git bu mekândan…

Peki, hadi için o dem’li çaylarınızı siz. İçiniz…    Bekleriz… Bir 21. yüzyıl karanlığından çıkmaya ahdetmişken kavmimiz…

28 Kasım 2013 Perşembe

ispanya iç savaşı 2

986 Gün veya Acı Harman
2.Bölüm
Evet, aslında devinir dünya!
Konumuz Hala İspanya İç Savaşı, Temmuz 1936 - Mart 1939.
(Devam ediyoruz)
  1. Alman ve İtalyan emperyalistleri ile yaşanan kimi çatışmalara rağmen fakat istikbaldeki çıkarlarına istinaden Amerikan, İngiliz ve Fransız emperyalistlerin de İspanyol siparişçilerin isyan hazırlıklarına ciddi olarak yardım ettiklerine şahit olunur.
  2. Bu, sırtlanlar ile çakalların ezeli ortak çıkar ittifaklarıdır.
  3. Petrol şirketleri ve benzeri yurt tanımaz sermayeler de sürece dâhil olur.
  4. Bir iç savaşa engel olmak için demokrasinin barışçı yollardan gelişmesini sağlama çabasına girişilir, fakat karşılarında uluslararası zalim bir komplo vardır.
  5. Para ve toprak sahibi oligarşinin de İspanya’da yaşananların İkinci Dünya Savaşının ilk perdesi olduğunu görecek basirette olmadığı anlaşılır.
  6. Tehlikenin somutlaşması üzerine -17 Temmuz 1936’dan sonra- halkın bu duruma karşı silahlandırılması fikri dillendirilir olur.
  7. İspanyol direniş önderlerinden Dolores İbarruri, Madrid Radyosundan şu bildiriyi okur: “İşçiler! Hükümet, savunma için gerekli silahları elimize vermiştir. Harekete hazır olun. Her faşist aleyhtarı, her işçi kendisini silâhaltında bir asker saymalıdır. Mücadeledeki yerinizi alınız. Faşizm geçemeyecektir!”
  8. Fakat basiretsiz cumhurbaşkanı Azana, halkın silahlanmasına engel olmak için elinden geleni yapar.
  9. Bu aymazlık ne çok kan dökülmesine sebep olur. Acı sonuç isyan sürecinde görülür.
  10. Amerika, İngiltere, Fransa ve asıl İtalya ve Almanya destekli Franko çok kan döker, şiddetli çarpışmalar olur. Derin bir yalnızlığa rağmen işçi sınıfı, köylüler, halk kolayca teslim olmayacaklarını gösterir.
  11. 19 Temmuz 1937 Pazar günü, halk şafakla birlikte Montana Kışlasına saldırıya geçer. Öğle olmadan isyan kalesinin kapıları kırılır. Madrid, Bastille’ini ele geçirmiştir, denir.
  12. Aynı günün öğle zamanı Barselona halkı da Katalan’daki son isyancı kalesi olan Atarazanas Kışlasını ele geçirir.
  13. Ne yazık ki bunlar İspanya halkı için iyi günlerdir.
  14. Galiçya’da işçiler, köylüler ve balıkçılar silahsız ve savunmasız bir şekilde aman vermeyen düşmana karşı umutsuz bir mücadeleye girişir.
  15. Hakikatte bu da, faşistlerin İspanya’yı ele geçirme sürecinin bir fotoğrafı olarak kayda geçer. (Yalnızlık!)
  16. Bir kışla baskınında ele geçirdikleri bir tüfek, av tüfeği, bir faşistin elinden kapılan tabanca, eski bir koleksiyondan alınan bir arkebüz işte o saatte halkın silahları olarak listelenir.
  17. Emperyalist güçlerin ittifakı karşısında bir destek cephesi oluşur. Fakat sanat ve kültür hayatının en tanınmış kişileri faşist katillerin kurbanları arasına girer: Şair Federico Garcia Lorca, Leopoldo Atlas, Juan Peset, Carrasco Formiguera… Öldürülür…
  18. Bir iç savaşın romantik evresi böylece sona erer.
  19. Falanjistler, Faslı Araplar, Lejyonerler işgal bölgelerindeki halkı soyarlar. Evlere, çiftliklere, işliklere el koyarlar. İşçiler, köylüler, halk hakaretlerle uğrarlar. Frankocu sloganlar atarak yürümeye zorlanırlar, kadınların saçları kesilir.
  20. Cinayetleri engelleyecek bir güç olarak düşünülen Kilise, pek çok yerde hiyerarşik baskıyı destekler, bazen bir sessizliğe bürünür bazen de katliamları haklı gösterecek taktikler geliştirir.
  21. Piskoposların bu kirli savaşı “bir haçlı seferi” olarak nitelendirmeleri Franko’nun 460 Bask papazını öldürtmesine, tutuklatmasına, sürgüne göndermesine engel olmaz. (Neymiş, susunca sıra geliyormuş.)
  22. Franko lejyonerlerinin ilk ele geçirdikleri yerler önemli işçi sınıfı olmayan bazı tarımsal bölgeler veya yoksul çiftçi yerleşimleri olur. İşçi sınıfının bilincinin işgal karşısında önemli bir direnme noktası olduğu can yakıcı bu örneklerle tecrübe edilir.
  23. Ağustos 1936’da şu bildiri yayımlanır: “Bir yanda ülkemizin askeri ve reaksiyoner güçleri, diğer yanda demokrat ve ilerici bir İspanya isteyenler arasında bir mücadele olarak başlayan savaş kısa zamanda bir bağımsızlık mücadelesine dönüşmüştür.”
  24. Franko devletinin meşruluğuyabancı süngüsü” olarak tanımlanır. Hitler bunu, Almanya ve İtalya askeri yardımları olmasaydı, Franko bugün var olamazdı, diye -bize de tanıdık bir fotoğraf vererek- itiraf eder.
  25. Bu esnada Franko kendi cephesinde güçlenirken siyasi rakipleri enteresan kazalarla hayata veda ederler.
  26. Fas halkının ilerici kesimleri, Arapların Franko ordularına alınmasını protesto eder, Fransız yönetimine karşı ayaklanırlar. Ki Kuzey Afrika’dan gelen asker sayısı 100 bin kişi olarak açıklanır.
  27. Portekiz’den Diktatör Salazar’ın faşist ayaklanmaya katkıları unutulmamalı. Alman yardımları Portekiz’den geçer. Portekiz toprakları, hava alanları, ulaşım ve radyosu hatta ordu ve polisi Salazar tarafından Franko emrine verilir.
  28. İtalyan, Alman, Arap ve Portekizli olarak 300 binden fazla yabancı subay ve asker faşist mevzilerde İspanyol halka karşı savaşır.
  29. Savaş boyunca sınırsız bir petrol kaynağını ABD destekli şirketleri özellikle Standard Oil sağlar. Franko’nun dışişleri başkan yardımcısı Jose Maria D. “Amerikan petrolü, Amerikan kredisi ve Amerikan kamyonları olmasa idi savaşı kazanamazdık.” diye itiraf etmekten kendini alamaz. Ve fakat Meksika’nın İspanya Cumhuriyeti’ne göndermek istediği silahların tedarikine ABD kesin bir şekilde karşı çıkar.
  30. “Müdahale etmeme tipi müdahale” taktiği geliştiren Emperyalist Avrupa, bir yandan İspanyol Halk Cephesini yalnızlaştırırken diğer yandan taşeronlarına şapka uçurtan silah, para, asker, malzeme desteği verirler. Zira Londra’da muhafazakâr iktidar mensuplarının, İspanya madenlerinde önemli hisseleri olduğu ve bunların korunması için, İspanya’da faşist muhafazakâr bir yönetime ihtiyaç duydukları mırıldanılır.
  31. İspanya İç Savaşı, hem kapitalizmi hem 20. yüzyılı ve 21. yüzyılın şu ilk günlerini hem coğrafyamızın yakın gelecekteki “kaderini” anlamada önemli tecrübelerle dolu, cümlesi şu esnada kederli kederli durur.
  32. Gelişmeler üzerine Dolores İbarruri “İş kahramanlığa kalsa, halkımızın kahramanlığı yer de artar. Fakat şu an kahramanlık yeterli değil. Faşistlerle mücadelede silaha da ihtiyacımız var.” diyerek durumu özetler. Ve fakat…
  33. İspanya, Franko, faşizm, taşeronluk, işbirlikçilik; ama Halk Cephesi, Komünistler, Sosyalistler, İşçi Sınıfı; ötede ABD ve Avrupa emperyalizmi, Naziler, 2. Dünya Savaşı, Avrupa’yı saran dehşet, Yunanistan’da Metaksas diktatörlüğü, Türkiye’de yükselen faşizm derken “Hiçbir vaka sadece kendinden ibaret değildir.” cümlesini sayfa kenarına not ettirir.
Evet, yalnız ve üzgündür İspanya. Sonunda Cumhuriyet yenilir. 28 Mart 1939 Salı günü saat 11’de Franko’nun faşist birlikleri 986 gün direnen Madrid’e girer. Bu esnada Komünizm aleyhtarlığı yalnızca faşizm ve emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden bir silah olarak vücut bulur. 30 Mart 1939’da tüm İspanya işgal edilir. Savaş bitmiştir ama İspanya; darağaçları, kurşuna dizilmeler, engizisyon işkenceleri ve kanlı bir yok etme ile karşı karşıyadır. Bundan sadece 15 gün önce Hitler Çekoslovakya’yı, 23 Martta Memel’i işgal eder. Nisanda Mussolini Arnavutluk’a saldırır.  Ve 1 Eylül’de İkinci Dünya Savaşı başlar. Özellikle İngiliz ve Fransız halkı hükümetlerinin stratejik hatalarla dolu politikalarının “acı harmanını biçerler.”

Barselona’ya yağan bombaları vaktiyle durduramayanlar Londra ve Paris’i kurtaramamıştır.

22 Kasım 2013 Cuma

ispanya iç savaşı

986 Gün veya Acı Harman

1.Bölüm
Tarih tekerrür eder, sözü tarihin tekerrür ettirilmesi stratejisinde geçerlidir. Tekerrür eden-ettirilen emperyalist hesaplar, işgal, yağma, işbirlikçilik veya taşeronluk olabilir; değilse tarihin kendini tekerrür etmesi zaten mümkün değildir, zira biliriz aynı rüzgârda bir daha salınmaz zerdali dalı.
Evet, aslında devinir dünya!                                 
Konumuz İspanya İç Savaşı, Temmuz 1936 - Mart 1939.
Şuradan dönüp bakınca İspanya İç Savaşı’na, tarihin faşist-kapitalist-işgalci-yağmacı cepheler tarafından nasıl tekerrür ettirildiğini görüyoruz.
İspanya deneyimi o sıralarda, devamında 2. Dünya Savaşı’nda, sonrasında özellikle Avrupa’ya çok şey öğretmiştir hem zulme direnmede, hem işçi sınıfını mücadelesinin enternasyonal bir platformda ve emperyalist güçlerin yekûnuna karşı yapılması gerektiği bilincinde, hem de yaşanan dramların bir kazanıma dönüşmesi sürecinde.
Örneğin İspanya İç Savaşı dönemi İngiltere’de bir kuşağı bir bilinçlenmeye ve eyleme yöneltmiştir. İşçi sınıfı mücadelesine giren gençler, işçiler hükümetlerinin gafletlerine rağmen sömürgecilik karşısında İspanyol halkının yanında fiilen yer almışlardır.
“İspanyaya Yardım” hareketi devrimci bir öngörü ile sloganlaştırılıyordu bu arada: “Barselona’ya yağan bombaları şimdi durdurursan Londra ve Paris’i kurtarırsın.” (Bunlar Franko ayaklanmasına karşı yeterli olmuş mudur? Ne yazık ki hayır! Mevzu aşağıda…)
Lakin Avrupa ve dünya halkaları Muhafazakârların faşizmi desteklemelerinin bedelini, faşizmin İspanya yengisi sonunda yeni bir dünya savaşı trajedisi ile ödediler. Franko saflarında İspanya halkının üzerine yürüyen aynı tanklar, uçaklar tüm Avrupa’yı felakete sürüklediler. Faşizmin kötü karakteri, savaş hırsı, işçi düşmanlığı, zalimliği de özellikle muhafazakâr faşizm taraftarları ile acı verici bir biçimde ortaya çıkmıştır.
Bu yazı elbette kapsayamaz bir dönemin dramını, ama sömürgeci devletlerin önemli desteğiyle Franko’nun İspanya’yı işgal etmesini birkaç maddede şöyle özetleyebiliriz:

  1. İç savaşın biraz öncesinde, Falanjistler, Nazi örgütlenmesinden dersler çıkarmak için Almanya’ya incelemeye gider.
  2. Falanjistlerin dönüşteki sloganı “bizim anladığımız tek dil silah dilidir” olarak yazılır. Süreçte birçok işçi, gazeteci, Komünist, Sosyalist öldürülür.
  3. 1933’ün sonuna doğru Sosyalistler ve Sol Cumhuriyetçiler hükümetten uzaklaştırılırlar.
  4. Olası en yoz grup hükümeti kurar; bu, faşist diktatörlüğün kuruluşuna giden ilk adım olarak kaydedilir.
  5.  Faşist tehlike karşısında işçi sınıfını ve halkı birleştirme faaliyetlerine girişilir.
  6. Ayaklanan işçiler, Asturias’ta silahlı isyan halini alan bir grev başlatırlar. Asturias’ta iktidar ele geçirilir.
  7. Bu iktidar Fas’tan getirilen, General Franko yönetimindeki Lejyon askerlerine karşı iki hafta dayanılır.
  8. Buradan bir iyi bir de kötü çıkar. İyi: Ülkede örgütlenmeler, direniş oluşur. Kötü: Taşeron Franko’nun da ayak sesleri duyulur olur.
  9. Bu arada Cumhuriyetin Fas’taki sömürge politikası, Fas’a bağımsızlığını vermeye yanaşmaması, İspanya’nın yakın gelecekteki kaderini şekillendirir.
  10. Franko gibi Afrika’da görev alan generallerin komutasındaki güçler, Faslı yurtseverlerle yaptıkları çarpışmalarda taktik, pratik ve moral bakımından ileride İspanya halkına karşı girişecekleri savaşın zemini hazırlarlar. Ki, faşist isyanın lokomotifi bu birlikler olur. Franko’nun beslendiği zihniyet geri kalmış tarımsal bölgelerde filizlenir, boy verir.
  11. İspanyol taşeronlar yalnız başlarına hareket etmez, Hitler ve Mussolini ile yakın bağlar kurulur. Daha 1934’te Roma Anlaşması ile Mussolini faşist İspanyol güçlerine silah ve para yardımı yapmayı kabul eder.
  12. Devamında bunların Berlin ve Roma ziyaretleri sıklaşır. (Bu tür ziyaretler bilindiği gibi günümüzde de malum hesaplara göre devam etmektedir coğrafyamızda da.)
  13. Hitler ve Mussolini Avrupa ve Akdeniz’de genişleme siyaseti doğrultusunda, kendi amaçlarına boyun eğecek ve hizmet edecek taşeron-işbirlikçi bir hükümetin kurulması stratejilerini kollamaya devam ederler.
  14. Haddizatında Hitler’in yakın planlarının tesisi için İspanya madenlerine fena halde ihtiyacı olduğu bilinir. (Devam edecek)

16 Kasım 2013 Cumartesi

güzel sürgün

Celal Tan'dan Gezi'ye
*RED'de 2011'de yayımlanmış yazımızın güncellenmiş halidir.
  • Onur Ünlü, 
  • TRT, 
  • Banka Asya Günlüğü, 
  • Celal Tan, 
  • Leyla ile Mecnun 
  • ve Sürgüne dairdir.
Ah Muhsin’e dönüşün kısa bir hikâyesi olabilir mi bu yazı,
tabi bizim penceremizden bakınca...
Bilmem ki!
Arada kırıcı bir laf varsa şimdiden affola!
Umut’tan Hikâye’ye
1970’te ‘Umut’un, 1971’de ‘Ağıt’ın aldığı ödül 2011’de ‘Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi’ne gitmiştir. Bu ‘sekans’ aynı zamanda son 40 senenin Türkiye’sinin ve de Adana’sının fotoğrafını verir. Yılmaz Güney’den “Afili Filintalar”a, ben derim ki, dramatik bir geçiş… Evet, savaş bitmeden teslim alınır olmak, hakiki bir acıklı hikâye…
Sarphan Uzunoğlu’nun o gruba dair bir cümlesini şuraya koyup devam edeyim:
“Anarşizm mi, AKP’nin uslu Türk çocukları olmak mı? Bahşedilen ile olunan arasındaki derin seçim.”
Şiirlerini sevdiğim, filmlerini içerdiği mistik ve fantastik unsurlar açısından tutarlı ve eğlenceli bulduğum Onur Ünlü o filminin bir kara mizah olduğunu belirtmişti. Kara mizah!
Hak verilir ki kara mizah iktidarın gölgesinde bir yerlerde durarak yapılmaz. Şöyle güneşe, açığa, ayaza, fırtınaya filan çıkmak lazım, öyle icap eder. Sinema veya sanat tarihi, ya da insanlık tarihi mizahın karasını galiba böyle kaydeder, kaydederse. Kanımca mizah, -hangisi olursa olsun- erk’in karşısında bir yer bulur kendine. Bildik sebepleri yazmayacağım buraya. Hele bu “kara” bir mizah ise yerleşik değer ve kuralları, bilmem neleri çok da iplemez herhalde. En azından bir sistem eleştirisi vardır bre; günlük hayatın, egemen siyasetin, sanatın kendi köhne eğilimlerinin, alışkanlıklarının, bilmem neyinin eleştirisi…
  • Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi’ne gelecek olursak;
  • öylece bakınca apolitik bir kara mizah olarak duruyor.
  • Arada bir iki küfür ki ben o filmdeki küfürleri yarım saat içinde kullanır ve tüketirim,
  • bu noktada eleştirmiyorum filmi.
  • O mistik fantastik unsurlardan dolayı bir kara mizahsa söz konusu olan, o zaman böyle bir şey beni aşar.
  • Ama filmin kahramanının işi üzerinden ve filmin bir mekânıyla kurulan bir kara mizahsa bu, 
  • o zaman tam burada bir iki noktaya değinirim.
  • Filmin kurgusuna, diyaloglarına, temposuna, 
  • belki senaryodan kaynaklanan çelişik durumlarına bakmayacağım, beni aşsın gitsin o konular da.
  • Fakat bir seyirci olarak takıldığım meseleye bir iki laf edeceğim.
Sinopsis Niyetine
Celal Tan bir hukukçudur, genç eşini kıskançlık sonucu öldürür. Bir başka hukukçu arkadaşından suçu üstlenmesini ister ki o da zaten ölümcül hastadır vs. Öteki de bunun karşılında dini konularda pek yetersiz olduğunu belirtip kendisini ‘münkir ile nekir’in sorgusuna hazırlamasını ister falan. Sonra birbirlerini satarlar.
  • Filmin politik(!) arka planında şöyle bir şeyler görülür: 
  • Bir anayasa hukukçuları derneği (AHUD) vardır, 
  • orada bir balo filan vardır, 
  • baloda bir orkestra vardır, 
  • o orkestranın çaldığı ‘eski cumhuriyet’in bir marşı vardır. 
  • Marşa eşlik eden ‘dinozorların’ ellerinde bayraklar ve üzerinde 
  • derneğin Türkiye haritasına yani ülkeye inmiş adeta yıldırım saçan bir tür tokmağı olan flamalar vardır. 
  • İki hukukçu arkadaşın meseleyi konuştuğu kanepenin yanında, 
  • dernek girişinde filan bir çiftetelli oynamayı bile beceremeyen hukukçu ordusu vardır (ki orası bir hukukçular derneğidir). 
  • Arada koltuk sevdalısı dekan vardır (dekandı herhalde). 
  • Bildiğiniz rezillik! 
  • O zaman yıkılın ulan, takoz olmanın ne âlemi var hızla ilerleyen ülkenin önünde! 
  • Bu minvalde bir kara mizah figürü…
Yaşasın Yeni Cumhuriyet
Anlamak için Alin Taşçıyan olamaya gerek yok! Evet, filmde bariz bir eleştiri yapılmıştır ‘eski cumhuriyet’in hukukuna ve hukukçularına ilişkin: Adeta dinsizdirler ve en basit konularda bile imandan bihaberdirler, namaz kitabını yere atacak kadar duyarsızdırlar. Ellerinde bayraklarla bir salonda salınıp dururlar, kös kös otururlar, birbirlerine sebepsizce ödüller verirler, koltuk düşkünüdürler, bir mekânda eğlenmekten bile acizdirler ki çiftetellidir, miskettir, halaydır, bunu bile oynamayı beceremezler. Bunlar bu halleriyle mi ülkenin kaderini belirlemeye ortak olacaklardır? Tamam, bu eleştirilere eyvallah! İmzamı da atayım altına, hadi. Lanetleyelim uyuşuk sistemin tüm köhne kurumlarını… Lakin bu “kara mizah”ın şimdiki zamandaki gereği ve orijini pek düşündürücüdür. (Hadi, böyle bir eleştiri örneğin sekiz on sene önce yapılsaydı yine gözlerimizi yaşartırdı. Şu enstantane sadece nekrofilidir.)
Oysa güzel memleketim bir kara mizah cennetidir. Aç tavuğun darı ambarıdır, rüyasız ve riyasız:) 'riyasız'ı uyak için yazdım ama güzel oldu:) Ve de ‘Afili Filintalar’ cemaatinin bir tür eylemi olarak görünür olunca bu, işte o kara mizah yandaş mizaha dönüşür. Kimin ne yaptığı pek sırıtır. Bir köhneliğin eleştirisi, bir başka köhneliğin bina edilmesi sürecinin propaganda filmini ortaya çıkarır.
  • Bu noktada Onur Ünlü’nün benim için, 
  • Tansu Çiller’e yönetmenlik yapan bir Sinan Çetin’den hiçbir farkı kalmaz. 
  • Toplama baktığımda da, 
  • ta 1836’da bile Meksikalılar Alamo Kalesinin, 
  • Teksaslılardan aldıklarında o kalenin yıkıntıları üzerinde bu kadar zıplamamışlardır tüm orduları, 
  • topları tüfekleri, şairleri, yazarları, destancıları ve gazeteleri vs ile...
Tefecilerin eline düşüp iflas etmiş bir esnaftan gayri hiçbir alacağınızı tahsil edemezsiniz. Ya da zaten filelere girmiş bir topa bir daha vurup orada aynı pozisyonda ikinci golü hanenize yazdıramazsınız. Böyle hareketler iktidarın tribününe oynamaktır. Haddizatında bir kara mizah değildir, mizahın kara paradoksudur, bir manada kavgayı ayırma numarasında karşıdakinin ellerini tutmak, arkadaki kudretli ağabeyin rahat yumruklar atmasında böylece taraf olmaktır (ve zaten kendisi uyarmıştı kitleyi, taraf-bertaraf teması ile).
Muktedirlerin argümanlarıyla, o sığınakta sanat yapmak… Bu kötü bir şeydir, kötü!
Evet, şu tarz ve içerikle kara mizah yaparak “piyasada” tutunabilirsiniz, ödüller alabilirsiniz; ama sinema tarihinde, örneğin ‘Şarlo Diktatör’ filminde dünya temalı balonla oynayan ‘Hitler Şarlo’nun o üç saniyelik sekansı kadar yer alamazsınız. Ve Sanırım egemenlerin egemenlik alanında bir kara mizah da olmaz, çok çok ‘Afili Filintalar’ın AKP balanslı felsefelerinin kara mizahı çıkar. Sonuca bağlamak için Altınkoza’ya dönecek olursak;
Altınkoza denen müsamere, AKP devlet erkânının bir şenliğidir gayri. Bize dair bir incelik, biz iz kalmamıştır. Kendileri çalıp kendileri oynamıştır. Onlar kendi dünyalarının keyfindedir.
  • Sonuç? 
  • 12 Eylül 2010 referandumu itibariyle bu da bir dönem filmidir. 
  • Yeni bir 12 Eylül sürecine sinema üzerinden “Afili” bir destektir.
“AKP’nin uslu Türk çocukları” kara mizahı kararında yaptıkça ödül ve ödüller almaya devam edecektir.
_______________
NOT:
Bu yazı esnasında Leyla ile Mecnun değil Bank Asya Günlüğü gündemdeydi. Bu filmle bir borç ödendi diye düşünüyorum, sadece düşünüyorum iddia edemem, devamında da sayınmuhterem TRT de Leyla’yı pasladı Mecnun’a. Al gülüm ver gülüm yani.
Derken,
Bir yazdönümü yaşandı yurdumda.
Bir Haziran süremiydi.
Ölü torağı atıldı, şöyle bir silkelendi devran.
Uzatmayayım;
Bu arada Onur Ünlü de silkelendi ve ben neredeyim, ne yapıyorum, neden Taksim’de değilim filan dedi içinden sanırım.
Bilmem ki…
Ve kendini kendi hakikatinde buldu.
Ama orada bırakılmaz hiçbir şey.
Ben verdim ben alırım zihniyeti keyfiyetini oraya da göstermişti böylece.
Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi, aslında bir muktedirin ve avenesinin aşırı acıklı hikâyesiydi. Bunu da dünya âlem naklen görmüştü.
Evet, o film kanımca Onur Ünlü’nün sırtında bir yüktü. O yükü şu güzel sürgünle atmış, ondan kurtulmuştur, iyi de olmuştur.
Şimdi ondan direnişin filmini bekliyoruz!
Borcudur!