29 Ekim 2013 Salı

güce tapma

Önce başarıya taparlar. Bunun en paçoz örneği de Adi şef Zumbar’dı.
Varsa yoksa başarıdır kendileri için.
Hayatları yenilgileri geçtim, beraberliklere bile müsait değil.
Kazandıklarında, bir başkasının kaybetmiş olduğunu düşünmezler bile. Kaybetmek bir zayıflıktır ve öyle bir zayıflığı düşünmezle bile, muhatap almazlar. -Aslında hayatları da külli bir zayıflıklar resmi geçididir ya...-
Olur da kaybederlerse veya kaybedecek gibi olurlarsa vay halimize… Çevirmek için her yol mubahtır. Olmadı, o zaman ortada ya bir katakulli vardır, ya bir şer koalisyonu, ya bir aymazlık…
Sadece kendi hassasiyetleri vardır, kendi ilkeleri, kendi egoları…
O ego ki, tüm kâinatı kendi içinde kaybedecek bir kara delik büyüklüğündeki BEN’den başka bir şey değildir… BEN… Bunu memleket din vatan millet edebiyatı ile pek ala da örterler.
Kazanmak için var olmuşlardır. İçlerinde bir yarıtanrı yattığını düşünebilirler. Habitatları biz sıradanlara tenezzül etmez, bir nevi Olimpos’tur orası.
Böylece kazananın yanında olmayı severler. Tercih ederler. Hayır, bu dediğim zaten kendiliğinden olur. Mıknatıslarının kutupları birbirini çeker. Hep çeker.
Güce tapanlar önce başarıya taparlar, sonra da başarıya taparlar. Ölüme inanırlar, iyi birer dindar olacak kadar; ama kendi ölümlerine inanmazlar. Ki Zumbar ölümsüz olduğunu zannediyordu. 
Yaşlanmayı, hastalıkları filan da bir hakaret olarak telakki ederler, hayatın 1. tekil şahıslarına bir kastı.
Asla yıkılmazlar. Zayıflık göstermezler. İnsan aklında genetik olarak bulunan Tanrı modülü onlarda daha güçlüdür ama Tanrı Kral kodlamasıyla o modül kendi içlerine yoğun olarak işlemiştir.

Ama işte ilk Adi Şef Zumbar da var saydığı gücüyle göçüp gitmiştir.

26 Ekim 2013 Cumartesi

gılgamış idi


Ölümlü Kral Ölümsüz Gılgamış 
veya 
Sanat Devrimcidir
Destanların halkların en eski ürünlerinden biri olduğu ve toplumsal bir umudu, düşü simgeledikleri, vatandaşın derdini, yer yer fantastik bir şekilde, ifade ettiği bilinir. Falan filan. (Hayır, destanları önemsemediğimden değil şu geçiştirme sözü. Amacım girizgâhı fazla yormamak. Ben şuradan muhafazakâr sanata veya sanatta muhafazakârlığa ya da muhafazakârlığın kendisine, belki tahavvülün kucağına oturmaya teşne pek bir muhterem Yılmaz Erdoğan gibi hacıyatmazlara iskeleden yanaşacağım da şöyle bir mevzi alıyorum.
  • Gılgamış Destanı’nın beslendiği kültürle -temas ettiği nokta itibariyle- bir ilişkisi vardır mutlaka… Destan içerik olarak elbette toplumsal bir kaygıyı temsil ediyordur. Ancak benim değinmek istediğim bunlardan öte, en nihayetinde bir birey olan Gılgamış’ın muhafazakârlığıdır(!). 
  • Ne?
  • Peki, bir destan kahramanı olarak muhafazakâr mıdır Gılgamış? Bakalım! Bir salt bir iktidar, bir servet veya aşk değildir tutulduğu; hoş, öyle olsa da değişmezdi. Ama daha derindir derdi. O ölümsüzlüğün takibinde bir ölümlüdür. Bu anlamda hayata ve ötesine bir ters bakıştır Gılgamış. Harbi adamdır neticede. 
  • “Mezopotamya’daki Uruk kentinin ünlü kralı Gılgamış’ın hikâyesi; bir serüven, isyan ve trajedi karışımıdır. Olaylar süresince destanı yaratan Gılgamış’ın ‘ölümlülük’ üzerine eğildiğini, bir tür bilgiyi aradığını ve ‘ölen insanların’ hazin kaderine uzak durmak istediğini görüyoruz.”
“Gılgamış ilk insan kahraman değilse bile, hakkında bir şeyler bilinen ilk trajik kahramandır. Bir manada derdimize tercüman olduğu için Gılgamış’ın duygularına hemen ortak oluyoruz.” Veya ben bir başıma ortak oluyorum o haleti ruhiyesine. Ne var ki böyle arayış, doğaldır ki ancak hazin bir sonla noktalanabilir. Zira onda bir tevekkül, kaderine razı olma, bir ezginlik, bir sünepelik yoktur. Olsa Gılgamış olmaz, olsa ortada bir sanat eseri olmaz. Tarifi meçhul o muhafazakârlık olur. Adam her bir rengi boyamış, derken Tanrıların bahçesine girmeye kalkmış. Belki de budur destanı daha lezzetli, Gılgamış’ı da daha yiğit kılan.
Metinler Arası
Nazım Hikmet’in Ferhat ile Şirin’inde, dağları delip kente su getirecek olan Ferhat’ın toplumsal bir kimliğe bürünüvermesi gibi Gılgamış da öylesi bir sorumluluğu yüklenir zamanla. Bizim İnce Memed misali… Belki de Gılgamış’ın trajedisi, ölümlü kahramanların ilk hazin hikâyesini de içermektedir böylece.
  • Bakın, kraldır ya Gılgamış; güçlüdür. Fena hükmediyordur. Eh, Tanrılar rahatsız olur bundan, ona kardeşçesine benzer bir rakip gönderirler, Tanrılar elinden çıkma Enkidu’yu; mutlak güçleri Gılgamış’ın eline geçmesin diye. Didişsinler filan. Ama Gılgamış ile Enkidu dost olurlar -serde muhafazakârlık yok neticede. Sonra Uruk kenti için bir şeyler yapmak isterler; şehre yeni şeyler, insanların hayatını kolaylaştıracak uygulamalar. Bunun için önce sedir ormanının bekçisi Humbaba ile savaşacaklardır. Savaşırlar ve Enkidu ölür bu savaşta.
Ölen dostunun acısı, ona ölüm denen belayı fark ettirir. Ulan! Ben de mi böyle öleceğim der. Sonra işin rengi değişir ve bundan böyle Gılgamış’ın hesabı o ölüm denen sefil kapanışladır.

Western Dekoru Değil
Yahu, bunca laf etmeden diyemez miydim, Gılgamış ölümsüzlüğün peşine düştüğü için muhafazakâr bir kahraman değildir, destan da muhafazakâr sanatın sığ sularına girmeye tenezzül etmeyecek kadar da devrimcidir; 5000 senelik mazisini de ardına alarak. Zaten muhafazakâr olsaydı adı okunmazdı bu saate kadar. Nokta!
  • Olmaz böyle, konumuz sanat olduğundan fikrimizi en münasip bir biçimde somutlaştırmamız gerekmektedir. 
  • Ardı olmayan cümlelerle, western filmlerinin dekorları misali konuşmak muktedirlerin işidir.
Tam bu sırada, ömrünce tatmadığı acıları tadar, kaybetmeyi görür, ağlamaya başlar, ölümün nefesini ensesinde duyar Gılgamış. Az değildir bunlar dostlar, Uruk Kentinin Kralı Gılgamış’tan bahsediyoruz.
Ancak Tanrılar Ebedi Olarak Yaşar
“Enkidu ölmeden önce rüyasında yeraltı dünyasını görür. Enkidu yitirilmiş bir hazineyi getirmek için, “dönüşü olmayan yol”dan aşağı iner. Hem de yaşarken. Ne yazık ki buna benzer görevlerle yola çıkan Herakles ve Theseus gibi Yunan kahramanlarının tersine bu yolculuk onun sonu olur. Ancak çok kısa bir süre için geri dönmesine izin verilir. Enkidu cisimden yoksun bir hayalet, hafif bir soluk gibi yeryüzüne çıkar ve başına neler geldiğini soran Gılgamış’a: ‘Otur da ağla.’ der, ‘şu kıymetli bedenim şimdi eski bir giysi gibi, börtü böceğe yem oldu.”
  • Ya! Bu dehşet, Gılgamış’ı, öyle bir efkâra sokar ki. 
  • Neden yaşamak, saltanat neden, duvarlar, sedir ağaçları. 
  • Sahi, tüm hayatı boyunca hissettikleri neydi? 
  • Tam bu sırada Melih Cevdet’in bir iki dizesini almak icap eder şuraya:
“Uyuyamıyordum, istemiyordum ki hiçbir şey / Sığırlarımı sayıyordum, pencerelerimi / Durup dururken, neyi bilmem gerekirdi ki hem / Soruyordum ölülerin listesini hiç yoktan / Konuşun yanımda…” (Ölümsüzlük Ardında Gılgamış / Melih Cevdet Anday)
  • Hayat, artık onun bildiği hayat, şenlikli bir coşku değildi artık. 
  • Oysa güneş aynı yerden doğuyor, yine de battığı o yerden batıyordu. 
  • Yani yoktu aslında yaşamda değişen… 
  • Hassiktir ulan! 
  • Ne yani her şey hep aynıyken, öylece ölüp bitecek miydi Kral Gılgamış?

“Nasıl durup dinlenebilirim, diyordu / nasıl uyuyabilirim, korku kapladı yüreğimi / Demek ben de böyle olacağım, kardeşim gibi / Tıpkı böyle, ağır uykuda hep, kurtaramazlar / Beni de, yazık yazık, koca duvarı yapayım / Sediri keseyim, Humbaba’yı öldüreyim de / Eli kolu bağlı kalsın yaslı kent öldüğümde / Ben ölmem, ölemem, gider bulurum tanrıların / Tufandan sonra ölümsüz kıldıkları adamı.” (Ölümsüzlük Ardında Gılgamış / Melih Cevdet Anday)
Aslında sorun, bildiğimiz, hep hissettiğimiz, çaresini bulamadığımız, kendisinden kaçamadığımız… Her şeye alışmış, her şeyi benimsemiş insan, yahu bir ölümü kabullenememiş, anlayamamış, hazmedememiş. Hayatın da en ağır yükü de bu değil mi bre! Ve 5000 Yıllık bir destanı da ölümsüz kılan yine aynı çelişki. İ.Ö. 3000 sıralarında yaratılmış bir hikâyenin İ.S. 21. yy’da yaşayan insanlara da nispeten hitap edebilmesi böylesi evrensel bir ‘korku’yu işlemesi ve Tanrıların insan âlemine biçtiği sonu ölüm olan role şöyle bir itiraz etmesindendir.
Peki ya ölümsüzlük…
“Oturmuş bir ağacın altına düşünüyordu / Canı sıkkındı sanki ölümsüz Utnapiştim’in / Belki de düşünecek bir şey kalmamıştı, ondan / Şaştı beni görünce, ne, ölümsüzlük mü, niçin? / Taşları kazıyıp altında yazılar arama / Süreklilik yoktur, bir söz yok sonsuza geçerli.” (Ölümsüzlük Ardında Gılgamış / Melih Cevdet Anday)
“Arayışı bitince insan da biter. Yaşamak yalnızca bir ağır yük olur. İşte bedeli ödenecek bir günah. Oysa ne güzeldir yağmur; üşümek ne güzel, ısınmak! 
Güneş ne güzel parlar, sonra portakal çiçeklerinin kokusu…” 
Veya bir bakarsın 21. yüzyılın bir yerinde, mazisinde ne güzel şathiyeler olan halkın karşısında,  iktidarın göbeğinde, sanatın muhafazakârlaşmayla olan imtihanında sınıfta kendi kendine kalan, muhafazakârlaşmaya (yoksa g.tü sağlama almaya mı desem) teşne sanatçı avatarlı kimi beberuhilerin gölge oyununda ne şenliklidir yaşamak. Nasıl olsa dönecek yer çok! 
(Bilmem, şu anlatacağım bir şeyin ölçüsü olur mu? Hatırlıyorum da, dandikten bir yarışma programında usta-hoca sanatçı(!) Yılmaz Erdoğan muhterem; Melih Cevdet’i en bilinen şiirinden bile tanıyamamıştı, “Bir çift güvercin havalansa, yanık yanık koksa karanfil” diye giden dizelerinde. Neyse!)

Bu yazıyı, yine Melih Cevdet Anday’ın Ölümsüzlük Ardında Gılgamış, adlı şiirinin son dizeleriyle toparlayayım:
“Kayıkçı, sağ ol, getirdin beni kentim Uruk’a / Dilerim kendi yerine esenlikle dönersin / Çekmediğim acı kalmadı, bilmez misin / Yürüyen yıldız gibi insan, gökyüzü bitmek ki / Ölümsüzlüğü aramışım, laf, nasıl yaşardım / Aramasam, ö ölümsüz denen yaşıyor mu sanki / Ardışık günleri zaman sanmışım / Gökgürültüsü şimşekten sonra gelmez ki / Odanın içiyle dışarısı bir / Sen duvarıma bak, pişmiş tuğladan değil mi / Temelin bulunduğu seti incele biraz da / Üçte biri kent, üçte biri bahçe, üçte biri / Tanrıça Iştar’ın kendisi sayılan alandır / Sonra da bağlar, tarlalar başlar kırmızı kuşlar / Zakkumların içinde saçını tarayan sabah / Çiçeksiz arpanın hışırtısı gelir sürekli / Kış günlerine yol gösteren ay şurada dinlenir / Unutulmuş arabalar sel yaşmaklı çayırda / Ömrün en mavi göğünü aralık ayı boyar.” (Ölümsüzlük Ardında Gılgamış / Melih Cevdet Anday)
Sanat Devrimcidir
Muhafazakâr adam olur, muhafazakâr kadın da olur, muhafazakâr aileler olur, biranın alkolsüzü gibi şenliklerin de muhafazakârı olur; muhafazakâr gazete olur, muhafazakâr radyolar olur, muhafazakâr bakanlar kurulu olur, başbakanlar olabildiğince muhafazakâr olur; muhafazakâr cumhuru reis, valiler kaymakamlar emniyet müdürleri polisler jandarmalar olur; demokrasinin bile muhafazakârı olur abiler; ama muhafazakâr sanat olmaz. Sanat, tabiatı gereği devrimcidir, bunu idrak edemeyen de bildiğin gericidir! Ne yani, bir meseleyi anlayabilmeleri için bütün bir sanat tarihini özet mi geçeceğiz hazretlere? 
Hay bin kunduz!
“Hep bizden, tanrılardan bilinir başa ne gelse / Ölümsüzlüğü araması da mı bizden peki, Akıntıyla derin sulara ulaştı şimdi de / Dibe daldı, ayağına ağır taşlar bağlayıp / Kopardı dikenli bitkiyi, kana boyandı su / Buz gibi kuyuda yıkandı ve dinlendi sonra / Biz göndermedik yılanı çiçeğin kokusuna / Kaptığı gibi kaçtı deri değiştirip hayvan / İkinci kez ağladı kral, öğrenmişti artık / Kendim için istemedim, yemin ederim, dedi / Götürecektim onu Uruk’un yaşlılarına / Bizi de şaşırttı bu söz, bunca eziyete katlan / Çölü, dağı aş, yaşlan, neymiş, yaşlılar içinmiş.” (Ölümsüzlük Ardında Gılgamış / Melih Cevdet Anday)
  • Evet, İkinci kez ağlar insan Gılgamış, kendi için değil, Uruk’un yaşlıları için ağlar; onların amansız derdine derman olamadığı için!
Kaynak:
Melih Cevdet Anday
Ölümsüzlük Ardında Gılgamış
Adam Yayınları
1.Baskı
198
İstanbul

Gılgamış Destanı
N.K. Sandars
Çev: Sevin Kutlu, Teoman Duralı
Hürriyet Y.
1.Baskı
Eylül 1973
İstanbul

24 Ekim 2013 Perşembe

dilemma

Tecrübeye Hayır, Hatıraya Evet

Ama tecrübelere değilse de hatıralara itibar ederim. Çünkü tecrübe denen şeyin geleceğe dair bir dayatması vardır; bak, öğrendin, gördün, yaşadın bir daha aynı boku yeme, diye… 
Sanki şu tecrübelerin bir öğretmen edası vardır. Hiç sevmem. Didaktik, tatsız, sünepe bir izdüşümü görür oluyorum oralarda bir yerde.
Tecrübe denince herkeste bir ağırlık filan…
Zannedersiniz ki eve tüm zamanların bilgesi gelmiş, en muhterem ihtiyar, başköşeye oturtalım, içerse rakı ikram edelim. Et ve ekmek verelim, beslenemediğimiz gibi besleyelim, tütünün saralım. Yeter!
Altı üstü tecrübe lan bu, biricik değil. Aynı vakaya dair onlarca tecrübe edinebiliriz, bir de başkalarının onlarcası eklenince, saymakla bitmez. Yani kendi kavmini kurar bu tecrübe dediğimiz zottirik. Kurmuşluğu vardır. Yıllarca da hüküm sürer, sürmüşlüğü vardır.
Yahu dostlar,
Ben tecrübelere inanmayanların azınlıklı kavmindenim. Biz ona aramızda “soktuğumun tecrübesi” deriz. Ne işe yararsın ulan, hiçbir işe yaramamaktan başka.
Hayır, bir “tecrübeye” istinaden yazmıyorum bu satırları, okuyup yeniden düşündüklerime hürmetendir bu inciler.
Tecrübe, öz Türkçesi deneyim. Koy gitsin.
Ama hatıralar…
Ne güzeldir onlar.
Sessiz bir rakı arkadaşıdır. Güzel birkaç dizedir. Şirin Yeşilçam filmlerindendir. Dönüp dönüp okunmak istediğiniz bir romandır, dinlemekten yorulmadığınız bir şarkıdır ve hatıra dediğin de bir “şey”de gizlidir. Mühürler zamanı…
Dayatmaz, öğretmez, belletmez sade efkârlandırır, tatlı tatlı… Ha, onun da hastalığına yakalanıp iflah olmaz bir nostaljiğe dönüşme tehlikesi de yok değil hani.

Tecrübe diye lafa başlayan adamdan kaçarım dostlar.
Siz bana hatıralarla gelin.
Oradan kendimize yakışanı elbette bulup çıkarırız,
ille de gerekiyorsa,
yarın bir gün için…

18 Ekim 2013 Cuma

büyük oyun

Evet,  Bu Büyük Bir Oyun
Örneğin en son bir grup Batılı sanatçı fikir belirtiyor;
Gezi Olaylarında hükümetin kendi kulluk güçleriyle kol kola girip sahnelediği “şeye” istinaden. Derken bir uğultudur başlıyor rüzgârda, bildiğimiz koroda, Melih Cevdet’in şiirinde bir kinayeyle geçtiği gibi, kökü dışarıda, kökü dışarıda…
Ama muhteremler pek inanarak söylüyor bunu; bakın işte diye bir hoş oluyorlar, dedik ya diyorlar, kökü dışarıda... Hakikaten yahu, hiç yorulmaz mı insan aynı şarkıyı söylemekten?
Evet, eski terane: Büyük Oyun! Aslında memlekette hiçbir menfi bir şey yok ama işte oyun var hem de büyük bir oyun var. Bütün analizleri bu kadar. Bitti. Kendi evhamlarının bir olay örgüsü de yok, direkt sonuca geçiyoruz. Porno film gibi canına yandığım, dedi Çiko. Karıştırma mevzuyu diye kovaladım Çiko’yu. Neyse…
Şimdi Sean Penn, Susan Sarandon, Davit Lynch gibi sanatçıların eleştirilerine gelen cesur cevaplara bakın (Hani cahil cesareti denir ya…):
*Ey Oscar’lılar, ağzınızı bir çalkalayın hele;
*Hey Oscar’lılar, sizi mahkemelerde süründüreceğiz;
*Densizler,
*Milli İradeye saygısızlar;
*Oscar’ım var diye ahkâm kesemezsiniz,
*Küstahlar;
*Birileri servis etmiş, onlar da imzalamış…
Yani hep büyük oyun paranoyasının güzellemeleri bunlar. Biraz daha yol alsalar ana avrat düz gidecekler bre…
Ortada büyük ve eski bir oyunun olduğu muhakkak, üstelik epeydir oynanan bir oyun. Ama halkın üzerinde, tüm zamanların muktedirleri tarafından kurgulanmış ve sahnelenmiş-sahnelenmekte olan bir oyun. Ne ki sizin dediğiniz oyun değil bu oyun. Sonuçları acı verici olan, bedelleri zaten hep halk tarafından ödenmiş ama üstesinden de hep gelinmiş, aktörleri hep deşifre edilmiş oyunlar…
Şimdi şuraya aktaracaklarım 19. yüzyılın son çeyreğinde Chicago’da başlayacak ve ucu elbette hem de kendi kendine Haziran 2013 Türkiye’sine 21. yüzyılın ilk çeyreğine gelecek.
Tüm bunları Howard Fast’ın tanıklığında yazıyorum.
Hareketin İçinden Doğan güç
“Bir söz vardır; yürek yalnız bir kez görür, sonra gözler görür. 1877 yılı, Büyük Grev sırasındaydı. Bu grev, işçi hareketlerinin uyanması gibi bir şeydi. Başlangıçta gerçek bir örgüt yok, işçiler aletleri bırakıyorlar, sonra başkaları, sonra öteki… Ülkenin başına daha önce gelmemiş bir grev ve işçi hareketi olana kadar birbiri ardına durdu demiryolu yapımları. Ama sözü edilen liderler yoktu. Liderler de aynı yoldan, hareketin içinden kendiliğinden doğacaktı. İşte Albert Parsons böyle doğdu.
1877 Temmuzunda işçi sınıfının o güne kadar yapmadığı bir miting yapıldı. İşçiler Market Street’e yöneldiler. Madison kesiminde toplandılar. Kaç bin kişiydi Tanrı bilir. Saatlerce akın akın geldiler meydana. Öyle bir insan yüzü oldu ki… Üzeri insan yüzleri, meşaleler ve pankartlarla büyüyen bir halıydı meydan.
Ama Umudumuz Var
Albert Parsons çıktı ve şöyle seslendi insanlara:
‘Ekmeği özgürlük, sütü bağımsızlık olan Amerikalı vatandaşlar, sizinle adalet ve haksızlık hakkında konuşacağım. İnsanların haklarını değil, umutlarını anlatacağım. Çünkü hak denen şeyden nasibimiz kıt, ama umudumuz sonsuz.’
Başka zaman şöyle der Parsons:
Bir adamı günde 12 saat çalıştırıp yaşaması için gerekli paranın yarısını ver, 
sonra da dikkatli ve haklı oy vermesini bekle. 
Çocukları açlıktan ölüyorsa oyunu satar mı satar arkadaş!
McCormic Grevcileri fabrikaya yürümeye başladılar. Kimse kışkırtmadı onları. Kimse zorlamadı yürümeye, dinlemeyi bıraktılar, dış kapılara doğru yürümeye başladılar. Ama daha onlar bir şey yapmadan fabrika polisleri ateş etmeye başladı. Savaş alanına döndü orası. Grevciler silahsızdı. Polis sıra olmuş, tabancalar bir kol uzaklıkta, tüfekler desen öyle, rast gele ateş ediyorlardı. Fabrikanın bu rağmen takviye istediğini gördüler. Bu uzun vakit ister değil mi? Ama sanayide bir araba polis yetişti, arkasından iki araba… Derken silahlı 200 polis sardı her yanı.
Yine Polis Yine Cop
İşçiler, savaş alanındaki askerler gibi döküldüler. Oldukları yerde dikilen, ateşi umursamayan işçilerin üzerine coplarla yürüdüler, vura döve dağıttılar onları. Olayları protesto etmek için Haymarket meydanında toplandı herkes. İşte böyle başladı olaylar. Bu yalnız McCormic ve Kereste sürücüleri grevi değildi. Pullman da grevdeydi. Brunswck Paketleme işçileri de grevdeydi ve yalnız Chicago’daki değil, St. Louis, Cincinati, New York, San Francisco’daki işçiler hep grevdeydi.
Ertesi gece 20 bin kişi gelmedi Haymarket Alanına. Miting başlama saatini geçiriyordu. Ne kötü bir geceydi. Yağmur yağdı yağacaktı. Yağmur korkusu halkı ürkütmüştü, bu yüzden gelmemişti çoğu. Oradakiler de toplantının bir an önce başlayıp bitmesini istiyordu.
Patlama, yani bomba… Nasıl oldu biliyorsun, belki de bilmiyorsun. İki yüze yakım polis, başlarında Ward ve Bonfield olduğu halde caddeye akın ettiler. Niçin? Nasıl? Ne sebeple geldi bunca polis? Böylesine sakin, böylesine sessiz bir miting, nasılsa dağılmaya başlamış ve kala kala 500 kişi kalmış bu mitinge ne amaçla akın etti polis? Kalabalık, caddenin öteki ucuna doğru ilerlemeye başladı. Sonra nereden atıldığı bilinmeyen o bomba geldi. Polislerin önüne düştü ve bir polis öldü...
O bombayı atan bizden biri değildi!
Sonra.
Ustalarından Cadı Avı
Polis çıldırmıştı. Bu planlanmış bir çıldırmaydı ama. İş adamlarıyla görüşüp para istediler, aldılar da. Binlerce dolar verdi hepsi. Sonra Chicago’ya daldılar vura kıra, insanları öldüre öldüre, işkence makinesi gibi, halkı gece yarısında evlerinden alıp sokaklarda sürükleye sürükleye, kuşkulu buldukları herkesi tutuklayarak koşuştular kentin sokaklarında. Bir işçi tulumu görmeleri yeterliydi. Tutukevlerini dolduran işçiler… Batıdaki Pinkertonlar Chicago’ya fırlatıldı. Belki bin kişi tutukladılar. Böylesi görülmüş değildi bu ülkede. Belki hiçbir ülkede görülesi değildi böyle bir şey.
Garip, uğursuz ve görülmedik şeyler oluyordu bu ülkede. Çalışanlar ve çalıştırılanlar arasında büyük uçurumlar oluşuyordu. Son on iki yıldır da bu uçurum kanlı savaşlarla büyüyüp duruyordu. Knights of Labor ve Molly Maguires gibi örgütler meydana geliyordu; bu örgütler emeği birbirine kaynaştırmak ve birleşik bir güç yaratmak amacındaydılar. Bunların karşısındaysa dünyada eşi benzeri görülmedik bir kiralık asker ordusu vardı. Bu ordu hapishane kaçkınları, Batının büyük kumarbazları, kabadayılar, gangsterler, hırsızlar, profesyonel katiller, toplumda yeri olmayan toplum düşmanı iti kopuğu satın alan Pinkerton’un ordusuydu.
Yargı organları bu tür suçlulara göz yumuyor, böyle suçlarla tutuklu kişiler varsa özel af çıkarıyor, Pinkerton’u besliyordu. Özel bir orduydu Pinkerton ordusu. Özel bir vahşet tekniğiyle eğitilmişti. Özel silahları, özel donanımları vardı. Ve tek amaçları gelişen işçi örgütleriyle savaşmak ve onları parçalamaktı. Pinkerton kıyımları halka duyurulmayıp örtbas edildi.”
Bir Uzun Direniş
Uzun bir direniş macerasının özetidir bunlar. Birçok insan öldürülmüş, hapsedilmiş, korkutulmuş, sindirilmiştir. 1877’de başlayan eylemler çalışanların tarihinde önemli mevzilerin kazanılmasıyla sonuçlanmıştır.
Doğrudur! Tüm delilleri ve olay örgüsüyle büyük ve eski bir oyun sahnelenmektedir muhteremler evet. Ve fakat… Bu oyunun farklı özellik ve işlevlerdeki aktör, aktris ve figüranları olmamak elinizdeydi oysa.
Halk kazanmaya, tarih de sizi yargılayıp kaydetmeye başladı bile, ülkemin güzel topraklarında, bir uzun gündönümü itibariyle. Gezi’de bir yol açıldı şimdi. Orada daha fazla durmaya gerek yok. Meseleler çözüm, çözümse fikirler ve eylemler ister.

Yazıyı Melih Cevdet’in bahsettiğim şiiriyle bitirsem:
DÜZENLİ DÜNYA 
Bayılırım şu düzenli dünyaya
Kışı yazı
Baharı güzü
Gecesi gündüzü sırayla.
Ağaçların kökü içerde
Bütün ağaçların kökü içerde
Dalların başı yukarda
İnsanların aklı başında
Bütün insanların aklı başında
Beş parmak yerli yerinde
Baş işaret orta yüzük serçe.
Diyelim kalksa da serçe 
Orta parmağa doğru yürüse 
Ne haddine! 
Yahut akasyanın biri 
Başını toprağa daldırdığı gibi 

Bir gezintiye çıksa 
Merhaba kestane, merhaba çam 
Selâmün aleyküm, aleyküm selâm 
Kimsin nesin nerelisin derken 
Laf açılır mı bizim akasyanın kökünden 
Bir uğultudur başlar rüzgârda 
Kökü dışarda, kökü dışarda...
Yahut ne olur koca bir dağ 
Baş aşağı gelsin... 
Aman Allah göstermesin. 
Bayılırım şu düzenli dünyaya 
Altta ölüler 
Üstte diriler 
Gel keyfim gel! 
                         Melih Cevdet Anday

8 Ekim 2013 Salı

olimp


Şef Zumbar, 
ilk olimpiyatın bizim kabilede yapılması için çok uğraşmıştı. 
Böylece kabile tarihine geçeceğim, 
diyordu. 

Adım altın harflerle..

belgesel


O zaman teknolojisi yoktu tabi 
ve Şef Zumbar'ın belgeselini kimseler çekememişti. 

İnsanlık için bir kazançtı tutulamayan o kayıt.