veya
Sanat Devrimcidir
Destanların halkların en eski ürünlerinden biri olduğu ve
toplumsal bir umudu, düşü simgeledikleri, vatandaşın derdini, yer yer fantastik
bir şekilde, ifade ettiği bilinir. Falan filan. (Hayır, destanları
önemsemediğimden değil şu geçiştirme sözü. Amacım girizgâhı fazla yormamak. Ben
şuradan muhafazakâr sanata veya sanatta muhafazakârlığa ya da muhafazakârlığın
kendisine, belki tahavvülün kucağına oturmaya teşne pek bir muhterem Yılmaz
Erdoğan gibi hacıyatmazlara iskeleden yanaşacağım da şöyle bir mevzi alıyorum.)
- Gılgamış Destanı’nın beslendiği kültürle -temas ettiği nokta itibariyle- bir ilişkisi vardır mutlaka… Destan içerik olarak elbette toplumsal bir kaygıyı temsil ediyordur. Ancak benim değinmek istediğim bunlardan öte, en nihayetinde bir birey olan Gılgamış’ın muhafazakârlığıdır(!).
- Ne?
- Peki, bir destan kahramanı olarak muhafazakâr mıdır Gılgamış? Bakalım! Bir salt bir iktidar, bir servet veya aşk değildir tutulduğu; hoş, öyle olsa da değişmezdi. Ama daha derindir derdi. O ölümsüzlüğün takibinde bir ölümlüdür. Bu anlamda hayata ve ötesine bir ters bakıştır Gılgamış. Harbi adamdır neticede.
- “Mezopotamya’daki Uruk kentinin ünlü kralı Gılgamış’ın hikâyesi; bir serüven, isyan ve trajedi karışımıdır. Olaylar süresince destanı yaratan Gılgamış’ın ‘ölümlülük’ üzerine eğildiğini, bir tür bilgiyi aradığını ve ‘ölen insanların’ hazin kaderine uzak durmak istediğini görüyoruz.”
“Gılgamış ilk insan kahraman değilse bile, hakkında bir
şeyler bilinen ilk trajik kahramandır. Bir manada derdimize tercüman olduğu
için Gılgamış’ın duygularına hemen ortak oluyoruz.” Veya ben bir başıma ortak
oluyorum o haleti ruhiyesine. Ne var ki böyle arayış, doğaldır ki ancak hazin
bir sonla noktalanabilir. Zira onda bir tevekkül, kaderine razı olma, bir
ezginlik, bir sünepelik yoktur. Olsa Gılgamış olmaz, olsa ortada bir sanat
eseri olmaz. Tarifi meçhul o muhafazakârlık olur. Adam her bir rengi boyamış,
derken Tanrıların bahçesine girmeye kalkmış. Belki de budur destanı daha lezzetli,
Gılgamış’ı da daha yiğit kılan.
Metinler Arası
Nazım Hikmet’in Ferhat ile Şirin’inde, dağları delip kente
su getirecek olan Ferhat’ın toplumsal bir kimliğe bürünüvermesi gibi Gılgamış
da öylesi bir sorumluluğu yüklenir zamanla. Bizim İnce Memed misali… Belki de
Gılgamış’ın trajedisi, ölümlü kahramanların ilk hazin hikâyesini de
içermektedir böylece.
- Bakın, kraldır ya Gılgamış; güçlüdür. Fena hükmediyordur. Eh, Tanrılar rahatsız olur bundan, ona kardeşçesine benzer bir rakip gönderirler, Tanrılar elinden çıkma Enkidu’yu; mutlak güçleri Gılgamış’ın eline geçmesin diye. Didişsinler filan. Ama Gılgamış ile Enkidu dost olurlar -serde muhafazakârlık yok neticede. Sonra Uruk kenti için bir şeyler yapmak isterler; şehre yeni şeyler, insanların hayatını kolaylaştıracak uygulamalar. Bunun için önce sedir ormanının bekçisi Humbaba ile savaşacaklardır. Savaşırlar ve Enkidu ölür bu savaşta.
Ölen dostunun acısı, ona ölüm denen belayı fark ettirir.
Ulan! Ben de mi böyle öleceğim der. Sonra işin rengi değişir ve bundan böyle
Gılgamış’ın hesabı o ölüm denen sefil kapanışladır.
Western Dekoru Değil
Yahu, bunca laf etmeden diyemez miydim, Gılgamış
ölümsüzlüğün peşine düştüğü için muhafazakâr bir kahraman değildir, destan da
muhafazakâr sanatın sığ sularına girmeye tenezzül etmeyecek kadar da
devrimcidir; 5000 senelik mazisini de ardına alarak. Zaten muhafazakâr olsaydı
adı okunmazdı bu saate kadar. Nokta!
- Olmaz böyle, konumuz sanat olduğundan fikrimizi en münasip bir biçimde somutlaştırmamız gerekmektedir.
- Ardı olmayan cümlelerle, western filmlerinin dekorları misali konuşmak muktedirlerin işidir.
Tam bu sırada, ömrünce tatmadığı acıları tadar, kaybetmeyi
görür, ağlamaya başlar, ölümün nefesini ensesinde duyar Gılgamış. Az değildir
bunlar dostlar, Uruk Kentinin Kralı Gılgamış’tan bahsediyoruz.
Ancak Tanrılar Ebedi Olarak Yaşar
“Enkidu ölmeden önce rüyasında yeraltı dünyasını görür. Enkidu
yitirilmiş bir hazineyi getirmek için, “dönüşü olmayan yol”dan aşağı iner. Hem
de yaşarken. Ne yazık ki buna benzer görevlerle yola çıkan Herakles ve Theseus
gibi Yunan kahramanlarının tersine bu yolculuk onun sonu olur. Ancak çok kısa
bir süre için geri dönmesine izin verilir. Enkidu cisimden yoksun bir hayalet,
hafif bir soluk gibi yeryüzüne çıkar ve başına neler geldiğini soran Gılgamış’a:
‘Otur da ağla.’ der, ‘şu kıymetli bedenim şimdi eski bir giysi gibi, börtü
böceğe yem oldu.”
- Ya! Bu dehşet, Gılgamış’ı, öyle bir efkâra sokar ki.
- Neden yaşamak, saltanat neden, duvarlar, sedir ağaçları.
- Sahi, tüm hayatı boyunca hissettikleri neydi?
- Tam bu sırada Melih Cevdet’in bir iki dizesini almak icap eder şuraya:
“Uyuyamıyordum, istemiyordum ki hiçbir şey / Sığırlarımı
sayıyordum, pencerelerimi / Durup dururken, neyi bilmem gerekirdi ki hem /
Soruyordum ölülerin listesini hiç yoktan / Konuşun yanımda…” (Ölümsüzlük Ardında Gılgamış / Melih Cevdet Anday)
- Hayat, artık onun bildiği hayat, şenlikli bir coşku değildi artık.
- Oysa güneş aynı yerden doğuyor, yine de battığı o yerden batıyordu.
- Yani yoktu aslında yaşamda değişen…
- Hassiktir ulan!
- Ne yani her şey hep aynıyken, öylece ölüp bitecek miydi Kral Gılgamış?
“Nasıl durup dinlenebilirim, diyordu / nasıl
uyuyabilirim, korku kapladı yüreğimi / Demek ben de böyle olacağım, kardeşim
gibi / Tıpkı böyle, ağır uykuda hep, kurtaramazlar / Beni de, yazık yazık, koca
duvarı yapayım / Sediri keseyim, Humbaba’yı öldüreyim de / Eli kolu bağlı
kalsın yaslı kent öldüğümde / Ben ölmem, ölemem, gider bulurum tanrıların /
Tufandan sonra ölümsüz kıldıkları adamı.” (Ölümsüzlük
Ardında Gılgamış / Melih Cevdet Anday)
Aslında sorun, bildiğimiz, hep hissettiğimiz, çaresini
bulamadığımız, kendisinden kaçamadığımız… Her şeye alışmış, her şeyi benimsemiş
insan, yahu bir ölümü kabullenememiş, anlayamamış, hazmedememiş. Hayatın da en
ağır yükü de bu değil mi bre! Ve 5000 Yıllık bir destanı da ölümsüz kılan yine
aynı çelişki. İ.Ö. 3000 sıralarında yaratılmış bir hikâyenin İ.S. 21. yy’da
yaşayan insanlara da nispeten hitap edebilmesi böylesi evrensel bir ‘korku’yu
işlemesi ve Tanrıların insan âlemine biçtiği sonu ölüm olan role şöyle bir
itiraz etmesindendir.
Peki ya ölümsüzlük…
“Oturmuş bir ağacın altına düşünüyordu / Canı sıkkındı
sanki ölümsüz Utnapiştim’in / Belki de düşünecek bir şey kalmamıştı, ondan /
Şaştı beni görünce, ne, ölümsüzlük mü, niçin? / Taşları kazıyıp altında yazılar
arama / Süreklilik yoktur, bir söz yok sonsuza geçerli.” (Ölümsüzlük Ardında Gılgamış / Melih Cevdet Anday)
“Arayışı bitince insan da biter. Yaşamak yalnızca bir ağır
yük olur. İşte bedeli ödenecek bir günah. Oysa ne güzeldir yağmur; üşümek ne
güzel, ısınmak!
Güneş ne güzel parlar, sonra portakal çiçeklerinin kokusu…”
Veya bir bakarsın 21. yüzyılın bir yerinde, mazisinde ne güzel şathiyeler
olan halkın karşısında, iktidarın
göbeğinde, sanatın muhafazakârlaşmayla olan imtihanında sınıfta kendi kendine
kalan, muhafazakârlaşmaya (yoksa g.tü sağlama almaya mı desem)
teşne sanatçı avatarlı kimi beberuhilerin gölge oyununda ne şenliklidir
yaşamak. Nasıl olsa dönecek yer çok!
(Bilmem, şu anlatacağım bir şeyin
ölçüsü olur mu? Hatırlıyorum da, dandikten bir yarışma programında usta-hoca
sanatçı(!) Yılmaz Erdoğan muhterem; Melih Cevdet’i en bilinen şiirinden bile
tanıyamamıştı, “Bir çift güvercin havalansa, yanık yanık koksa karanfil” diye
giden dizelerinde. Neyse!)
Bu yazıyı, yine Melih Cevdet Anday’ın Ölümsüzlük
Ardında Gılgamış, adlı şiirinin son dizeleriyle toparlayayım:
“Kayıkçı, sağ ol, getirdin beni kentim Uruk’a / Dilerim
kendi yerine esenlikle dönersin / Çekmediğim acı kalmadı, bilmez misin /
Yürüyen yıldız gibi insan, gökyüzü bitmek ki / Ölümsüzlüğü aramışım, laf, nasıl
yaşardım / Aramasam, ö ölümsüz denen yaşıyor mu sanki / Ardışık günleri zaman
sanmışım / Gökgürültüsü şimşekten sonra gelmez ki / Odanın içiyle dışarısı bir
/ Sen duvarıma bak, pişmiş tuğladan değil mi / Temelin bulunduğu seti incele
biraz da / Üçte biri kent, üçte biri bahçe, üçte biri / Tanrıça Iştar’ın
kendisi sayılan alandır / Sonra da bağlar, tarlalar başlar kırmızı kuşlar /
Zakkumların içinde saçını tarayan sabah / Çiçeksiz arpanın hışırtısı gelir
sürekli / Kış günlerine yol gösteren ay şurada dinlenir / Unutulmuş arabalar
sel yaşmaklı çayırda / Ömrün en mavi göğünü aralık ayı boyar.” (Ölümsüzlük Ardında Gılgamış / Melih Cevdet Anday)
Sanat Devrimcidir
Muhafazakâr adam olur, muhafazakâr kadın da olur,
muhafazakâr aileler olur, biranın alkolsüzü gibi şenliklerin de muhafazakârı
olur; muhafazakâr gazete olur, muhafazakâr radyolar olur, muhafazakâr bakanlar
kurulu olur, başbakanlar olabildiğince muhafazakâr olur; muhafazakâr cumhuru
reis, valiler kaymakamlar emniyet müdürleri polisler jandarmalar olur;
demokrasinin bile muhafazakârı olur abiler; ama muhafazakâr sanat olmaz.
Sanat, tabiatı gereği devrimcidir, bunu idrak edemeyen de bildiğin
gericidir! Ne yani, bir meseleyi anlayabilmeleri için bütün bir sanat tarihini
özet mi geçeceğiz hazretlere?
Hay bin kunduz!
“Hep bizden, tanrılardan bilinir başa ne gelse /
Ölümsüzlüğü araması da mı bizden peki, Akıntıyla derin sulara ulaştı şimdi de /
Dibe daldı, ayağına ağır taşlar bağlayıp / Kopardı dikenli bitkiyi, kana
boyandı su / Buz gibi kuyuda yıkandı ve dinlendi sonra / Biz göndermedik yılanı
çiçeğin kokusuna / Kaptığı gibi kaçtı deri değiştirip hayvan / İkinci kez
ağladı kral, öğrenmişti artık / Kendim için istemedim, yemin ederim, dedi /
Götürecektim onu Uruk’un yaşlılarına / Bizi de şaşırttı bu söz, bunca eziyete
katlan / Çölü, dağı aş, yaşlan, neymiş, yaşlılar içinmiş.” (Ölümsüzlük Ardında Gılgamış / Melih Cevdet Anday)
- Evet, İkinci kez ağlar insan Gılgamış, kendi için değil, Uruk’un yaşlıları için ağlar; onların amansız derdine derman olamadığı için!
Kaynak:
Melih Cevdet Anday
Ölümsüzlük Ardında Gılgamış
Adam Yayınları
1.Baskı
198
İstanbul
Ölümsüzlük Ardında Gılgamış
Adam Yayınları
1.Baskı
198
İstanbul
Gılgamış Destanı
N.K. Sandars
Çev: Sevin Kutlu, Teoman Duralı
Hürriyet Y.
1.Baskı
Eylül 1973
İstanbul
N.K. Sandars
Çev: Sevin Kutlu, Teoman Duralı
Hürriyet Y.
1.Baskı
Eylül 1973
İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder