26 Ekim 2013 Cumartesi

gılgamış idi


Ölümlü Kral Ölümsüz Gılgamış 
veya 
Sanat Devrimcidir
Destanların halkların en eski ürünlerinden biri olduğu ve toplumsal bir umudu, düşü simgeledikleri, vatandaşın derdini, yer yer fantastik bir şekilde, ifade ettiği bilinir. Falan filan. (Hayır, destanları önemsemediğimden değil şu geçiştirme sözü. Amacım girizgâhı fazla yormamak. Ben şuradan muhafazakâr sanata veya sanatta muhafazakârlığa ya da muhafazakârlığın kendisine, belki tahavvülün kucağına oturmaya teşne pek bir muhterem Yılmaz Erdoğan gibi hacıyatmazlara iskeleden yanaşacağım da şöyle bir mevzi alıyorum.
  • Gılgamış Destanı’nın beslendiği kültürle -temas ettiği nokta itibariyle- bir ilişkisi vardır mutlaka… Destan içerik olarak elbette toplumsal bir kaygıyı temsil ediyordur. Ancak benim değinmek istediğim bunlardan öte, en nihayetinde bir birey olan Gılgamış’ın muhafazakârlığıdır(!). 
  • Ne?
  • Peki, bir destan kahramanı olarak muhafazakâr mıdır Gılgamış? Bakalım! Bir salt bir iktidar, bir servet veya aşk değildir tutulduğu; hoş, öyle olsa da değişmezdi. Ama daha derindir derdi. O ölümsüzlüğün takibinde bir ölümlüdür. Bu anlamda hayata ve ötesine bir ters bakıştır Gılgamış. Harbi adamdır neticede. 
  • “Mezopotamya’daki Uruk kentinin ünlü kralı Gılgamış’ın hikâyesi; bir serüven, isyan ve trajedi karışımıdır. Olaylar süresince destanı yaratan Gılgamış’ın ‘ölümlülük’ üzerine eğildiğini, bir tür bilgiyi aradığını ve ‘ölen insanların’ hazin kaderine uzak durmak istediğini görüyoruz.”
“Gılgamış ilk insan kahraman değilse bile, hakkında bir şeyler bilinen ilk trajik kahramandır. Bir manada derdimize tercüman olduğu için Gılgamış’ın duygularına hemen ortak oluyoruz.” Veya ben bir başıma ortak oluyorum o haleti ruhiyesine. Ne var ki böyle arayış, doğaldır ki ancak hazin bir sonla noktalanabilir. Zira onda bir tevekkül, kaderine razı olma, bir ezginlik, bir sünepelik yoktur. Olsa Gılgamış olmaz, olsa ortada bir sanat eseri olmaz. Tarifi meçhul o muhafazakârlık olur. Adam her bir rengi boyamış, derken Tanrıların bahçesine girmeye kalkmış. Belki de budur destanı daha lezzetli, Gılgamış’ı da daha yiğit kılan.
Metinler Arası
Nazım Hikmet’in Ferhat ile Şirin’inde, dağları delip kente su getirecek olan Ferhat’ın toplumsal bir kimliğe bürünüvermesi gibi Gılgamış da öylesi bir sorumluluğu yüklenir zamanla. Bizim İnce Memed misali… Belki de Gılgamış’ın trajedisi, ölümlü kahramanların ilk hazin hikâyesini de içermektedir böylece.
  • Bakın, kraldır ya Gılgamış; güçlüdür. Fena hükmediyordur. Eh, Tanrılar rahatsız olur bundan, ona kardeşçesine benzer bir rakip gönderirler, Tanrılar elinden çıkma Enkidu’yu; mutlak güçleri Gılgamış’ın eline geçmesin diye. Didişsinler filan. Ama Gılgamış ile Enkidu dost olurlar -serde muhafazakârlık yok neticede. Sonra Uruk kenti için bir şeyler yapmak isterler; şehre yeni şeyler, insanların hayatını kolaylaştıracak uygulamalar. Bunun için önce sedir ormanının bekçisi Humbaba ile savaşacaklardır. Savaşırlar ve Enkidu ölür bu savaşta.
Ölen dostunun acısı, ona ölüm denen belayı fark ettirir. Ulan! Ben de mi böyle öleceğim der. Sonra işin rengi değişir ve bundan böyle Gılgamış’ın hesabı o ölüm denen sefil kapanışladır.

Western Dekoru Değil
Yahu, bunca laf etmeden diyemez miydim, Gılgamış ölümsüzlüğün peşine düştüğü için muhafazakâr bir kahraman değildir, destan da muhafazakâr sanatın sığ sularına girmeye tenezzül etmeyecek kadar da devrimcidir; 5000 senelik mazisini de ardına alarak. Zaten muhafazakâr olsaydı adı okunmazdı bu saate kadar. Nokta!
  • Olmaz böyle, konumuz sanat olduğundan fikrimizi en münasip bir biçimde somutlaştırmamız gerekmektedir. 
  • Ardı olmayan cümlelerle, western filmlerinin dekorları misali konuşmak muktedirlerin işidir.
Tam bu sırada, ömrünce tatmadığı acıları tadar, kaybetmeyi görür, ağlamaya başlar, ölümün nefesini ensesinde duyar Gılgamış. Az değildir bunlar dostlar, Uruk Kentinin Kralı Gılgamış’tan bahsediyoruz.
Ancak Tanrılar Ebedi Olarak Yaşar
“Enkidu ölmeden önce rüyasında yeraltı dünyasını görür. Enkidu yitirilmiş bir hazineyi getirmek için, “dönüşü olmayan yol”dan aşağı iner. Hem de yaşarken. Ne yazık ki buna benzer görevlerle yola çıkan Herakles ve Theseus gibi Yunan kahramanlarının tersine bu yolculuk onun sonu olur. Ancak çok kısa bir süre için geri dönmesine izin verilir. Enkidu cisimden yoksun bir hayalet, hafif bir soluk gibi yeryüzüne çıkar ve başına neler geldiğini soran Gılgamış’a: ‘Otur da ağla.’ der, ‘şu kıymetli bedenim şimdi eski bir giysi gibi, börtü böceğe yem oldu.”
  • Ya! Bu dehşet, Gılgamış’ı, öyle bir efkâra sokar ki. 
  • Neden yaşamak, saltanat neden, duvarlar, sedir ağaçları. 
  • Sahi, tüm hayatı boyunca hissettikleri neydi? 
  • Tam bu sırada Melih Cevdet’in bir iki dizesini almak icap eder şuraya:
“Uyuyamıyordum, istemiyordum ki hiçbir şey / Sığırlarımı sayıyordum, pencerelerimi / Durup dururken, neyi bilmem gerekirdi ki hem / Soruyordum ölülerin listesini hiç yoktan / Konuşun yanımda…” (Ölümsüzlük Ardında Gılgamış / Melih Cevdet Anday)
  • Hayat, artık onun bildiği hayat, şenlikli bir coşku değildi artık. 
  • Oysa güneş aynı yerden doğuyor, yine de battığı o yerden batıyordu. 
  • Yani yoktu aslında yaşamda değişen… 
  • Hassiktir ulan! 
  • Ne yani her şey hep aynıyken, öylece ölüp bitecek miydi Kral Gılgamış?

“Nasıl durup dinlenebilirim, diyordu / nasıl uyuyabilirim, korku kapladı yüreğimi / Demek ben de böyle olacağım, kardeşim gibi / Tıpkı böyle, ağır uykuda hep, kurtaramazlar / Beni de, yazık yazık, koca duvarı yapayım / Sediri keseyim, Humbaba’yı öldüreyim de / Eli kolu bağlı kalsın yaslı kent öldüğümde / Ben ölmem, ölemem, gider bulurum tanrıların / Tufandan sonra ölümsüz kıldıkları adamı.” (Ölümsüzlük Ardında Gılgamış / Melih Cevdet Anday)
Aslında sorun, bildiğimiz, hep hissettiğimiz, çaresini bulamadığımız, kendisinden kaçamadığımız… Her şeye alışmış, her şeyi benimsemiş insan, yahu bir ölümü kabullenememiş, anlayamamış, hazmedememiş. Hayatın da en ağır yükü de bu değil mi bre! Ve 5000 Yıllık bir destanı da ölümsüz kılan yine aynı çelişki. İ.Ö. 3000 sıralarında yaratılmış bir hikâyenin İ.S. 21. yy’da yaşayan insanlara da nispeten hitap edebilmesi böylesi evrensel bir ‘korku’yu işlemesi ve Tanrıların insan âlemine biçtiği sonu ölüm olan role şöyle bir itiraz etmesindendir.
Peki ya ölümsüzlük…
“Oturmuş bir ağacın altına düşünüyordu / Canı sıkkındı sanki ölümsüz Utnapiştim’in / Belki de düşünecek bir şey kalmamıştı, ondan / Şaştı beni görünce, ne, ölümsüzlük mü, niçin? / Taşları kazıyıp altında yazılar arama / Süreklilik yoktur, bir söz yok sonsuza geçerli.” (Ölümsüzlük Ardında Gılgamış / Melih Cevdet Anday)
“Arayışı bitince insan da biter. Yaşamak yalnızca bir ağır yük olur. İşte bedeli ödenecek bir günah. Oysa ne güzeldir yağmur; üşümek ne güzel, ısınmak! 
Güneş ne güzel parlar, sonra portakal çiçeklerinin kokusu…” 
Veya bir bakarsın 21. yüzyılın bir yerinde, mazisinde ne güzel şathiyeler olan halkın karşısında,  iktidarın göbeğinde, sanatın muhafazakârlaşmayla olan imtihanında sınıfta kendi kendine kalan, muhafazakârlaşmaya (yoksa g.tü sağlama almaya mı desem) teşne sanatçı avatarlı kimi beberuhilerin gölge oyununda ne şenliklidir yaşamak. Nasıl olsa dönecek yer çok! 
(Bilmem, şu anlatacağım bir şeyin ölçüsü olur mu? Hatırlıyorum da, dandikten bir yarışma programında usta-hoca sanatçı(!) Yılmaz Erdoğan muhterem; Melih Cevdet’i en bilinen şiirinden bile tanıyamamıştı, “Bir çift güvercin havalansa, yanık yanık koksa karanfil” diye giden dizelerinde. Neyse!)

Bu yazıyı, yine Melih Cevdet Anday’ın Ölümsüzlük Ardında Gılgamış, adlı şiirinin son dizeleriyle toparlayayım:
“Kayıkçı, sağ ol, getirdin beni kentim Uruk’a / Dilerim kendi yerine esenlikle dönersin / Çekmediğim acı kalmadı, bilmez misin / Yürüyen yıldız gibi insan, gökyüzü bitmek ki / Ölümsüzlüğü aramışım, laf, nasıl yaşardım / Aramasam, ö ölümsüz denen yaşıyor mu sanki / Ardışık günleri zaman sanmışım / Gökgürültüsü şimşekten sonra gelmez ki / Odanın içiyle dışarısı bir / Sen duvarıma bak, pişmiş tuğladan değil mi / Temelin bulunduğu seti incele biraz da / Üçte biri kent, üçte biri bahçe, üçte biri / Tanrıça Iştar’ın kendisi sayılan alandır / Sonra da bağlar, tarlalar başlar kırmızı kuşlar / Zakkumların içinde saçını tarayan sabah / Çiçeksiz arpanın hışırtısı gelir sürekli / Kış günlerine yol gösteren ay şurada dinlenir / Unutulmuş arabalar sel yaşmaklı çayırda / Ömrün en mavi göğünü aralık ayı boyar.” (Ölümsüzlük Ardında Gılgamış / Melih Cevdet Anday)
Sanat Devrimcidir
Muhafazakâr adam olur, muhafazakâr kadın da olur, muhafazakâr aileler olur, biranın alkolsüzü gibi şenliklerin de muhafazakârı olur; muhafazakâr gazete olur, muhafazakâr radyolar olur, muhafazakâr bakanlar kurulu olur, başbakanlar olabildiğince muhafazakâr olur; muhafazakâr cumhuru reis, valiler kaymakamlar emniyet müdürleri polisler jandarmalar olur; demokrasinin bile muhafazakârı olur abiler; ama muhafazakâr sanat olmaz. Sanat, tabiatı gereği devrimcidir, bunu idrak edemeyen de bildiğin gericidir! Ne yani, bir meseleyi anlayabilmeleri için bütün bir sanat tarihini özet mi geçeceğiz hazretlere? 
Hay bin kunduz!
“Hep bizden, tanrılardan bilinir başa ne gelse / Ölümsüzlüğü araması da mı bizden peki, Akıntıyla derin sulara ulaştı şimdi de / Dibe daldı, ayağına ağır taşlar bağlayıp / Kopardı dikenli bitkiyi, kana boyandı su / Buz gibi kuyuda yıkandı ve dinlendi sonra / Biz göndermedik yılanı çiçeğin kokusuna / Kaptığı gibi kaçtı deri değiştirip hayvan / İkinci kez ağladı kral, öğrenmişti artık / Kendim için istemedim, yemin ederim, dedi / Götürecektim onu Uruk’un yaşlılarına / Bizi de şaşırttı bu söz, bunca eziyete katlan / Çölü, dağı aş, yaşlan, neymiş, yaşlılar içinmiş.” (Ölümsüzlük Ardında Gılgamış / Melih Cevdet Anday)
  • Evet, İkinci kez ağlar insan Gılgamış, kendi için değil, Uruk’un yaşlıları için ağlar; onların amansız derdine derman olamadığı için!
Kaynak:
Melih Cevdet Anday
Ölümsüzlük Ardında Gılgamış
Adam Yayınları
1.Baskı
198
İstanbul

Gılgamış Destanı
N.K. Sandars
Çev: Sevin Kutlu, Teoman Duralı
Hürriyet Y.
1.Baskı
Eylül 1973
İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder